ANASAYFA FELSEFE                    
 
 
Anasayfa »
 Felsefe Okumaları
 
  Klasik Dönemin Sonları
  Antikitede Bilimler ve Diğer Disiplinler
   


Daha önce belirttiğimiz gibi antikitede bilim ve felsefe arasındaki sınır çok belirgin değildi. Şu ana kadar, çoğunlukla bu dönemdeki felsefî katkılar üzerin­de durduk. Fakat bu bölümde, bilimin bazı merkezî dallarının bu dönemdeki ku­ruluşları ve gelişimleri üzerinde duracağız. Pratik nedenlerden ötürü, bu bilim­ler üzerine sadece özet bakışlar sunabileceğiz.

TARİH YAZICILIĞI
Değişmezi arayan eğilim ile spekülatif kozmolojik geleneğe rağmen deneyime (experience), kozmolojik spekülasyondan daha fazla önem veren, ve değişebilir olanı bir inceleme nesnesi haline getiren tarihçilerle, Herodotos ve Thukydides ile karşılaşırız.
Herodotos (M.Ö. 484-425) ve Thukydides (M.Ö. 460-400) zamansal ve coğrafî yerleştirmeden çoğunlukla bağımsız olan mitolojik olaylar ("bir zaman­lar...") yerine zaman ve mekana göre tanımlanan olaylarla ilgilenmişlerdir. He­rodotos ve Thukydides, geçmişte yaşanan geçici olaylara, psikolojik etkenler ve şehirler arası iktidar mücadeleleri gibi göreceli gösterilebilir nedenler ara­mışlardır. Şüphesiz, Herodotos'da ilahî olan yine resmin içine girer, özellikle de kader biçimini alarak, tarihi olaylar söz konusu olduğunda. Dikkate almak zorunda olduğumuz tahmin edilemeyen gibi.

Bütün bunlarda, Thukydides ve Herodotos, bilimsel düşünceye doğru deği­şimin bir parçasıydılar. Pek çok Yunanlı doğa filozofunun tersine, geçici ve de­ğişebilir olanı, değerli bir inceleme alanı olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla ampi­rik ve bilimsel ideali güçlendirmede merkezî bir rol oynamışlardır. Bütün deği­şime rağmen değişmez unsurlara dair rasyonel fakat çoğunlukla savunulamaz spekülasyonların tersine; varolan ve değişebilir gerçekliğin gözlemlenmesi ve tanımlanmasına vurgu yapmışlardır.

TIP
Sokrates, öncesi doğa filozoflarının spekülasyonları karşısında Hippokrates'in (yaklaşık M.Ö. 460-375) Herodotos ve Thukydides'in tarih yazıcılığında başardıklarına benzer şekilde tıp bilimi içinde deneysel-bilimsel idealin savunuculuğunu yaptığını söyleyebiliriz: Spekülasyona değil fakat gözleme ve pra­tik deneyime vurgu. Bu nedenle, Hippokrates antik çağda olaylara ve deneyim­lere dayanan eğilimin bir parçasıdır. Bugün Hippokrates, herhalde en çok kendi adını taşıyan Hipokrat yemini diye bilinen tıbbi ahlak yasasını oluşturmuş olmasıyla tanınmaktadır:

"Hekim Apollon Essculapions, hygia panacea, bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına. And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde O'nun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almak­sızın öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bun­lardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi hiç bir va­kit kötülük için değil yardım için kullanacağım. Benden ağu isteyene onu vermeyece­ğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi bir gebe ka­dına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayaca­ğım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım, ister hür, ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan zarar vermekten sakı­nacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım. Bu yemini bozmadığım sürece yaşamdan ve her zaman herkesçe hürmet edilen bu sanatın icrasından keyif almak bahşedilsin bana! Ancak olur da bu yemini bozar ve ihlal edersem, tam tersi olsun benim kaderim!”

Tıp ahlakı yasasının bu formu, klasik bir metin haline gelmiştir. Bu yemin, doktor ile hastası arasındaki ve doktor ile toplum arasındaki ilişkiye dair düşünce mahsulü ve ahlakî bir görüşü ortaya koymaktadır. Ayrıca bu, Hippokrates'in de savunduğu tıbbi uygulamada tedbirin gerekliliğini de göstermektedir: doktor birdenbire bıçağı kapıp ameliyat etmeye koyulmamalıdır. Hippokrates'e göre, doktor kesin ve geri dönülemez biçimde müdahale etmekten ziyade ön­celikli olarak ilaç tavsiye eden bir hekim olmalıdır. Bunun temelinde doktorun doğanın karşısında değil doğa ile birlikte çalışması gerektiğini ileri süren görüş yatmaktadır. Amaç; doğanın kendi işleyişini harekete geçirerek doğanın denge­sini ve ahengini yeniden sağlamaktır. Bu amaç günümüz için fazlasıyla edilgen görünüyorsa eğer, burada iki noktayı belirginleştirmek faydalı olabilir. İlk ola­rak, antiseptik ve teknik malzeme gibi etkenler yüzünden cerrahi işlemler antik çağda günümüzde olduğundan çok daha fazla tehlikeliydiler. İkinci olarak ise, Hippokrates, Aristo'nunkine benzer bir doğa görüşüne sahipti: Her şey kendi yerini arar; insanlar da, hem akılları hem de bedenleriyle sağlığını arar; yani do-»al işlevlerinin ve yeteneklerinin düzen içinde olmasına ve ahenkli bir dengeye Ulaşmaya çabalar. Bu işleyişte doktor, bir hekim olmanın yanı sıra diyet veya yaşam tarzı üzerinde tavsiyelerde bulunan bir danışman işlevi de görür, çünkü iyileştirilecek olan 'bütün' halindeki kişidir.

Yunanlı cerrahlar kadavra üzerinde ve hatta canlı insan (ölüm cezasına çarptırılmış mahkumlar) üzerinde inceleme ve uygulama yapmışlar ve böylelikle anatomik ve fizyolojik bilgilerini geliştirmişlerdir: İç organları daha ayrıntılı olarak tanımlayabilmiş, organlar arasındaki işlevsel ilişkileri ortaya koyabilmiş­lerdir; mesela göz, optik sinir ve merkezi sinir sistemini ilişkilendirmek gibi. Eğer sadece çeşitli hastalıkların seyrini tanımlamak ve dışsal belirtileri gözle­mek suretiyle ilaçlan denemekle yetinmeyecek ve fakat aynı zamanda eşyanın neden olduklarını da açıklayacaksak böyle bir bilgi gereklidir.

Galenos (yaklaşık 130-200), bir Aristocu ve Hippokrates'in takipçisiydi. O da doğal şeylerin ahenk ve uyum peşinde olduklarını ve doktorun bu işleyişte temkinli bir yardımcı olarak bulunduğunu vurgulamıştır. Galenos, maddesel atomların doğanın temel unsurları olduğuna dair teoriye karşı çıkmıştır. Galenos'a göre böyle bir görüş, yaşamın işleyiş biçimlerini yanlış olarak temsil eder. Bu nedenle, Demokritos ve Epiküros tarafından öne sürülen doğa teorile­rine dayanan tıbbi terapi kavramını reddetmiştir. Galenos, zamanla kayda de­ğer bir şöhret kazanmış ve Rönesans'ın sonuna değin tıpta bir otorite olarak kalmıştır. Zamanın, bedenin fiziksel durumunun çeşitli vücut sıvıları arasında varolan dengeli bir ilişki tarafından idare edildiği şeklindeki görüşleriyle uyum içinde olarak, çeşitli mizaç özelliklerini bu ilişkide varolan bir dengesizlik bağ­lamında teorik olarak açıklamaya çalışmıştır: Neşeli kişinin vücudunda çok fazla miktarda kan bulunur (Latince: sanguis), soğukkanlı kişinin vücudunda çok fazla miktarda balgam bulunur (Yunanca: phlegma), asabi kişinin vücudunda çok fazla miktarda sarı safra bulunur (Yunanca: chole) ve melankolik kişinin vü­cudunda çok fazla miktarda siyah safra bulunur (Yunanca: melaina chole). Bu­rada klasik Yunan fikirleri olan denge ve uyum ile karşılaşıyoruz.

HUKUK
Sofistler ve Sokrates'ten Platon ve Aristo'ya, bütün bir Stoacı okulun etkin olduğu yıllar boyunca hukukî düşünceler merkezde olmuştur. Bunlar hukukun kaynağı ve doğrulanması hakkındaki temel, teorik sorulara mahsustur: Hukukun evrensel olarak geçerli ve birleştirici bir temeli var mıdır? Yoksa hukuk ni­hayette sadece gücün ve geleneğin bir ifadesi midir? Bu tartışmayı Thrasymachus ve Sokrates'ten doğal hukuk teorisinin Stoacı versiyonuna değin takip ettik. Bu tartışmayı Ortaçağdaki Hıristiyan ilahiyatı ve bu soruya modern biçim­deki yaklaşımlar üzerinden takip etmeyi sürdüreceğiz.

Bundan başka, Epikürcülükte olduğu gibi, hukuk üzerine teorik düşünceler yararlılık hesaplarından oluşan bir derlemeye aittir: Bu yöntem hukuki kararla­rın etkilerini tartışır. Bu problem daha sonraları yararcı gelenek içinde, Bent-ham ve Mili gibi yasaların varoluş nedenlerine uygun şekilde işlev gösterip gös­termediklerine karar vermek amacıyla tedricen toplumsal idrak kazanmaya ça­balayan düşünürler tarafından ele alınacaktır. Antik çağda, hukuka dair teorik düşüncelerde, aynı zamanda, şehirlerin yükseliş, gelişme, olgunlaşma, yozlaş­ma ve dağılmalarına dair, genellikle biyolojiden ilham alan teoriler biçiminde öne sürülen, ne gibi koşulların toplumsal gerilemeye yol açtığına dair pek çok tartışma mevcuttur. Örnek olarak, şehirlerin gerileme ve düşüşlerine dair böy­le teorileri Aristo ve Platon'da da buluruz. Bu yazarlar bazı toplumlardaki ge­lişmelere dair çeşitli gözlemleri ve işleyişi etkilemek için hangi hukuki ve diğer türden adımların atılması gerektiği konusunda yapılan klasik tartışmaları su­narlar.

Yunanlıların siyasî ve hukukî dünya ile meşguliyet dereceleri akılda tutma­ya değer bir husustur. Ayrıca önde gelen çoğu Romalı Stoacının hukuki sistem hakkında birinci elden bilgiye sahip devlet adamları oldukları hatırda tutmaya değerdir; Marcus Aurelius bir imparator, Seneca bir senatör ve Cicero pek çok kademede görev yapmış bir devlet adamıydı. Roma hukuku daha sonraları Av­rupa hukukunun temeli haline geldi. Roma hukuku böylesi iyi gelişmiş hale sa­dece teorik mirası nedeniyle gelmedi. Aynı zamanda pek çok farklı etnik ve kül­türel grubu içinde barındıran bu imparatorluk için Romalıların ortak bir hukuk sistemi yaratmaya çabalamaları nedeniyle ulaştı. Böyle çeşitlilik içeren bir top­luma (kültürel uyumu benimsemeden) ortak bir hukuk sistemi üretebilmek için, soyutlama (teorik) düzeyi yükseltilmeli ve herkes adına ortak bir payda olabilecek genel kurallar düzenlenmelidir.

Şu halde, hukuk ilminin profesyonel ve normatif bir yorum bilim olarak ge­lişim gösterdiğini söyleyebiliriz (Yunanca: hermeneuein: "tefsir etmek, yorum­lamak"). Bu demektir ki profesyonel bir topluluk; evrensel, normatif yasalar ve kurallar ışığında, belli davaları yönetmek üzere yetiştirilmiştir. Bu durumda eğitim, sadece yazılı kanunların bilgisini edinmekle ilgili (ve iyi bir toplumun nasıl kurulduğuna dair) olmayıp, aynı zamanda yeni bir davayı belli bir türde­ki davalardan biri olarak (yani belirli bir yasaya tabi olduğunu) tanımlayabil­mek için gerekli olan, uygulamaya dair hüküm bilgisi ile de ilgilidir. Bu, Aris­to'nun ahlak ve siyaset ile ilgili tartışmalarında değindiği uygulanabilir bilgelik şeklidir: Yani yasayı, geçmişten gelen ve siyasî olarak onaylanmış hukuki gö­rüşler ışığında yorumlayabilme becerisidir.

MATEMATİK
Pythagoras'tan Platon'a, matematiksel düşüncenin felsefede ne kadar merkez işlevi olduğunu gördük. Haklı olarak, Platonik idealar ve onların varlığı Özerine düşünceler matematiğin temel meseleleri üzerine düşünceler olarak da görülebilir. Bu tartışma, Yunan filozoflarından Ortaçağda evrenselliğe dair ihtilaflara ve günümüze kadar sürmüştür. Nesnel bilgiye dair sorunlar, geçerli bir tümdengelim ve ispat da, matematiğin temel meselelerindendir.

Pythagoras gibi Yunanlı matematikçiler de, öne sürdükleri ifadeler için, belli aksiyomlardan mantıkî olarak doğru çıkarımlar içeren matematiksel ispatlar biçiminde bir ispat kavramı geliştirerek, matematiğin özellikle biçimsel ve işlemsel kısmını ilerletmişlerdir. Aksiyoma tik - tümdengelimli bir sistem bu aksiyom ve kurallar aracılığıyla elde edilmiş aksiyomlar, tümdengelim kuralları (çıkarım kuralları) ve ispat edilmiş ifadelerden (teoremler) oluşur.

M.Ö. 300 yıllarında İskenderiye'de yaşamış olan Eukleides, bu teorik temel Özerinden, yakın zamanlara kadar alanında temel bir eser olarak varlığını sür­dürmüş bir matematik ders kitabı yazmıştır. Descartes ve diğer filozoflar gibi Nevvton da, kendi fizik teorisini oluştururken, incelikli bir düşünme modeli ola­rak bu muhakeme sistemini kullanmıştır.

FİZİK VE KİMYA
Erken dönem doğa filozoflarının, ileride, Rönesans döneminde deneysel ve matematiksel olarak düzenlenmiş doğa bilimlerinin kuruluşunda çok büyük etkisi olacak mekanik atom teorisinin oluşumuna götüren kavramları nasıl geliş­tirdiklerini görmüştük (Demokritos, Epiküros). Fakat Antikitede bu teori çoğu insana fazlasıyla spekülatif gözüktü. Nihayetinde algılayamadığımız şeylerden bahsediyordu. Dolayısıyla, kabul gören Aristocu doğa görüşüydü: Bu doğa gö­rüşünün esas değeri; onun deneyimlediğimiz biçimiyle doğayı tanımlayıcı perspektifinde ve evrimsel olmayan bir çerçevede, türler ve çevre arasındaki karşılıklı etkileşime dayanan ekolojik perspektifinde yatmaktadır.

Böylelikle Yunanlılar, modern deneysel doğa bilimlerinin kuruluşunda etkin olacak pek çok kavramın gelişimi için bir zemin oluşturmuştur. Şimdi, geçmişe doğru baktığımızda, yoksun oldukları şeyin deneysel metod olduğunu söyleye­biliriz. Fakat bu tümüyle de doğru değildir. Mesela Archimedes (M.Ö. 287-212) bilimsel deneyler yapmıştır. Sicilya'da Syracuse adındaki bir Yunan şehrinde doğmuş fakat İskenderiye'de eğitim görmüştür. Archimedes, özellikle sıvıların kaldırma kuvveti hakkındaki ilkesiyle tanınır. Archimedes'in aynı zamanda teknik mucit ya da mühendis olarak çalışıyor olması da ilgi çekicidir. Antikitede büyük ölçüde kölelerin kullanıldığı fiziksel işgücü hor görülürken, entelektüel Çalışma ile uygulamanın böylesi yakın ilişkisi sık rastlanır bir durum değildi.

Archimedes aynı zamanda büyük bir matematikçiydi ve belki bu alanda fizikte olduğundan çok daha ileri gitmiştir. Archimedes, belki de kendi yapıtlarını O'nunkilerin üzerine bina ettiği Eukleides'ten de büyük bir matematikçiydi. Ro­ma ordusu M.Ö. 212'de Syracuse'ü ele geçirdiğinde, Archimedes kum üzerine çizdiği bazı geometrik şekiller üzerinde derin düşüncelere dalmıştı. Yaklaşan Romalı askerlerini, "şekillerimin üzerine basmayın!" diye bağırarak öfkeyle geri durdurmaya çalışınca; buna karşılık olarak askerler de O'nu öldürmüşlerdir.

ASTRONOMİ
Astronomi, Yunan doğa felsefesinin başlangıcından beri üzerinde çalışılan bir alandır. Thales'in bir güneş tutulmasını tahmin ettiğini önceden belirtmiş­tik. Ayrıca Pythagorasçıların göksel cisimler arasındaki uyuma atfettikleri kı­sımdan da bahsetmiştik. Aristo'da, göklerin kendilerine özgü yasaları ve alan­ları ile her şeyin üzerini kaplamış oldukları, tümüyle gelişmiş bir dünya-görüşü buluruz. "Semavî olan sadece uzaysal olarak değil aynı zamanda niteliksel ola­rak da "dünyevî" olanın üzerindedir. Burada gözlem ve spekülasyonun bir ka­rışımı söz konusudur. Aynı zamanda yıldızlar ve gezegenler yardımıyla yol alan gemicilerden, zaman hesaplamaları ve takvim ile ilgilenenlerden ve astrologlar­dan astronomiye karşı duyulan, uygulamaya yönelik bir ilgi mevcuttu.

Hz.İsa'dan yaklaşık yüzyıl önce İskenderiye'de yaşamış olan Ptolemy (Batlamyus), o zamana kadar elde edilmiş astronomiye dair bilgi birikimini, dünyaya, yıldızlara ve gezegenlere dair Aristocu görüşe dayanarak sistemleştirip tamamlamıştır: Yani geocentric (yer merkezli) bir dünya görüşü geliştirmiş­tir. Merkezde dünyanın olduğu ve karasal dünyevi olandan göksel - semavi ola­na doğru niteliksel bir hiyerarşinin söz konusu olduğu bu evren modeli, Orta­çağ sonrası Kopernikus ve Kepler'in gelişine kadar, hakimiyetini sürdürmüştür.

Yine de belirtmekte yarar var ki; Antikitede Heliocentric (güneş merkezli) model de öne sürülmüştü. M.Ö. 270'lerde yaşamış olan Aristarchus, dünyanın güneş etrafında dairesel olarak hareket eden bir küre olduğunu ileri sürmüştür. Bu teori de Demokritos'un atom teorisi ile aynı kaderi paylaşmıştır: Kendi za­manında, fazlasıyla spekülatif olduğu düşünülmüştür. Yıldızların ve gezegenle­rin bizim etrafımızda ve hareket etmeyen bir Dünyanın çevresinde döndükleri­ne dair o zamanki deneyim ile çelişiyor görünüyordu. Heliocentric modeli ka­bul etmemek için teorik nedenler de vardı: O zamanlarda Aristoculuğun çok güçlü bir konumu vardı. Dünyanın hareket halinde olduğunu iddia etmenin an­lamsız olduğunu öğretiyordu, çünkü O'na göre, her şeyin doğal hareketi dün­yayla ilişkisine göre belirleniyordu. İşte bu yüzden, Kopernikus'un geocentric dünya görüşüyle mücadele ederken aynı zamanda Aristoculuğu da sorgulama­sı gerekiyordu. En sonunda, geocentric dünya görüşünü Kitab-i Mukaddes'e dayandıran Kilise nedeniyle, Ortaçağ Hıristiyan ilahiyatı da tartışmaya katıl­mıştır. Dolayısıyla, Rönesans döneminde astronomi ile ilgili tartışma iyice kızış­tı zira bu tartışma kurumlaşmış dinî inançları tehdit ediyordu.

FİLOLOJİ

Yunanlılar, geçmiş kitabeleri yoğun olarak tartışmış olmaları neticesinde metinlerin tefsirinde (interpretation) ya da hermeneutikte büyük beceri geliş­tirmişlerdir. Nitekim Aristo, sıklıkla kendi yorumlarında daha önceki filozoflara atıflarda bulunmuştur. Zamanla, klasik metinleri düzenlemek, sınıflandırmak ve yorumlama ihtiyacı doğdu. Bu gereksinim, çok büyük ve kapsamlı bir kütüpha­nesi olan İskenderiye'de ortaya çıktı. Aristo'nun yazıları gibi metinler düzenlen­di ve dilbilimsel yorum geliştirildi. İskenderiye, bir eğitim merkezi haline geldi.

M.Ö. 25 ve M.S. 45 yılları arasında İskenderiye'de yaşamış olan Yahudi filo­zof Philon çeşitli gelenekler ve diller arasında, en azından Yunan felsefesi ve İb­ranca Eski Ahit arasında aracılık etmeye çabalayan müfessirlerden biriydi. Da­ha ileride (Bölüm 6), Hıristiyan ilahiyatının nasıl İncil'in Hıristiyan yorumu ile Yunan felsefesini bağdaştırma ihtiyacından doğduğunu göreceğiz: Tefsir ilmi, İncil'in Yahudi ve Hıristiyan yorumlan ile Kuran'ın İslami yorumları sayesinde daha da ilerlemiştir. Belirtmekte yarar var ki, hakim olan artık sadece Yunan di­li değildi, ayrıca Latince, İbranca ve sonra da Arapça önem kazandı. Antikite­den Ortaçağ'a doğru bu diller, eğitim dilleriydi. Ortaçağda üniversiteler kurul­duğunda, batıda Latince, güneyin tamamında (İspanya'ya kadar) Arapça ve do­ğuda da Yunanca eğitim dili olarak kullanılıyordu. Antik çağda dilbilimsel faali­yetlerin bir parçası olarak, gramer alanındaki gelişmelerden de bahsedebiliriz. Bunu yanı sıra, başta Aristo olmak üzere, hitabet üzerine de çalışmalar yapıl­mıştır.

ANTİKİTEDE BİLİM KADINLARI
Epikürcü ekol gibi birkaç istisna dışında antikitede kadınlar felsefî ve bilimsel aktivitelerden dışlanmışlardı. Buna rağmen, İskenderiye'de, öğrenimin merkezinde ünlü bir bilim kadını vardı: Hypatia (yaklaşık 370-415). Astronomi ve matematiğe hakim olan Platonik bir filozoftu. Bilgisi ve diğer entellektüel yete­nekleri ile bilinen Hypatia, bir karışıklık döneminde, kütüphaneye doğru giderken öldürülmüştür. Bu olay, bir öğrenim merkezi olarak İskenderiye için ve dolayısıyla da antik çağdaki tüm entellektüel yaşam açısından bir dönüm noktası oluşturdu. Eski kurumlar gerileme sürecine girmiş ve bilgin göçleri başlamıştı. Antikite; eski zamanlara, daha sonra çağıracağımız adıyla Ortaçağ denilen döneme -eski ve yeni çağlar arasındaki döneme- doğru bir dönüşüm içindeydi.

 

 
Free Web Hosting