ANASAYFA FELSEFE                 
 
 
Anasayfa »
Felsefe » » » »
 
Felsefe Tarihi
Sokrat & Sofistler
 
 Felsefe Okumaları
 
   Sofistler ve Sokrates
   Sofistler
   


Yunan filozoflarının sorduğu ilk soru, physis ve doğa ya da kozmos ile ilgiliydi. Yunan felsefesindeki, M.Ö. 600'den 450'ye kadar süren ilk dönemi "kozmolojik dönem" diye adlandırıyoruz. M.Ö. 450 civarında, tam da Atina'da demokrasinin başladığı zaman, bir değişim meydana geldi. Bu değişim kısmen erken Yunan felsefesinin iç dinamiklerinden, kısmen de siyasî koşullardan kay­naklanıyordu.

İç gelişmeyle başlayabiliriz. Felsefe öğrencileri olarak o dönemde yaşadığı­mızı bir düşünelim. Halimiz şöyle olurdu: Ardımızda 150 yıllık bir felsefe geleneği. Bu felsefe geleneğinin içinde pek çok farklı felsefî duruş; kimi diğeriyle çelişiyor, fakat tümü birden doğruluk iddiasında. Bir şeyler yanlış olmalı! En iyi durumda, bu düşünce sistemlerinden birisi doğru olmalı. Bu mantıklı bir tepki­dir. Gelen tepki de bu oldu zaten.

İnsanların tedrici bir biçimde şüpheci (septik) hale gelmeleri anlaşılır bir durumdur: işte bir filozof, suyun arche (cevher, töz) olduğunu iddia ediyor; bir diğeri bunun apeîron, yani belirsiz olduğunu söylüyor; diğerine göre hava; bir başkasına göre ateş; ve başka birine göre ise atom. Bir filozof dört, diğeri ise sonsuz sayıda temel yapı taşları öneriyor. Bu cevaplardan en fazla biri doğru. Öyleyse diğerlerinin yanlışı neydi? Dikkatler, doğadan insan düşüncesinin ken­dine çevriliyor. Mutlak bilginin koşulu nedir?

Gösterişçi ve temeli çürük bir kozmolojik spekülasyondan bilginin şüpheci bir kritiğine ve bilgi teorisine; "ontolojiden" ("varlık bilimi"; Yunanca: onto, "varlık"; logos, "bilim") "epistemolojiye ("bilgi teorisi"; Yunanca: episteme, "bilgi") bir geçiş görüyoruz, insan sadece nesneleri gözlemleyip, sonra da, iddi­alarda bulunmuyor. İnsanın bizatihi doğası problematik hale geliyor. Düşünce kendi geçmişine gönderiliyor. İnsan "düşünmeye" başlıyor.

M.Ö. 450 civarında, "insan merkezci (anthropocentric) döneme" (Yunanca: anthropos, "insan") geçerken bizatihi insan ilgi odağı haline gelir. Bu epistemolojik tepkinin yanı sıra, insan merkezci döneme atıfta bulunmamıza izin veren başka bir insana dönüş görüyoruz: Şimdi ahlakî - siyasî2 sorular, ciddi bir biçimde sorulmaya başlamıştır. İnsan artık sadece düşünen değil, aynı zamanda ey­lem halindeki bir varlık olarak problem haline gelmiştir.

Ahlakî-siyasal sorulara kayış Yunan toplumundaki siyasî değişimlerle bağlantılıdır: Sömürgecilik, Yunanlıları yabancı gelenek ve görenekleri olan halklarla temasa geçirmişti. Artık pek çok halk ahlakî-siyasî bir tartışma başlatmadan benzer şeyleri yaşıyordu. Yunanlıların bu tür soruları sormaya başlamaları bu soruların ne kadar alışılmadık olduğunu gösterir. Bununla benzersiz bir şeyi başardılar: Hatalı olanın başkaları değil de kendileri olup olmadığını sorgulamak, üstelik bu soruyu sarih ve objektif bir tavırla tartışmak.

Her ne kadar diğer halklarla karşılaşmanın nedeni siyasî ortam olsa da rasyonel bir biçimde tartışabilme yetisi 150 yıllık felsefe geleneğinin bir mirasıydı. Yunanlılar M.Ö. 450'de artık güç soruları açık ve düzenli bir biçimde tartışmayı öğrenmişlerdi. Tıpkı ilk Yunan filozoflarının tüm değişim içindeki değişmeyen bir tek unsur hakkında, çeşitlilik içindeki birlik hakkında sorular sormaları gibi Yunanlılar da şimdi farklı gelenek ve görenek çeşitliliğinin orta yerinde evrensel biçimde geçerli olan bir ahlakî ve siyasî idealin bulunup bulunamayacağını soruşturuyorlardı. Biçimsel olarak bakıldığında soru aynı. Fakat soruya verilen cevaplar değişiyor. Bazıları Tanrı veya tabiat tarafından bahşedilen evrensel biçimde geçerli olan bir ahlakîsiyasî idealin var olduğuna inandılar. Diğerleri ahlakın ya toplumun ya da bir tek bireyin ürünü olduğuna ve evrensel biçimde geçerli olan bir ahlakî-siyasî idealin bulunmadığına inandılar. Özellikle insan merkezci dönemin sonuna doğru (yaklaşık M.Ö. 400) ahlakın sadece görece (relative) olduğunu iddia etmek yaygın hale geldi. Bu tür soruların yanıt mercii olarak bir mahkeme olmadığına göre; her bireyin kişisel düşüncesi, ahlâkı belirtiyordu: "Ahlak, tıpkı tat ve keyif gibi değişir". Bu görüşleri savunanlar çoğu zaman sevilmediler zira yöneticiler bu görüşlerin toplumun mahvına yol açaca­ğına inanıyorlardı. Sofistler (Yunanca: sophistes, "bilge kimseler") tartışmayı yürüttü. Sofistlerin üstlendiği işlevin ne olduğuna daha yakından bakacağız.

Atina'nın doğrudan demokrasisi, üyelerinin birbirine kısmi ve dışarıdan bağlandığı modern bir oluşumdansa, sıkı sıkıya bağlı bir cemaat gibi işliyordu. Atina demokrasisi, sadece yeni bir icat değildi; aynı zamanda sınırlı ölçüdeki doğrudan demokrasinin belirli koşullar altında mümkün olduğunun ispatıydı. Örnek olarak, doğrudan demokrasi yüksek genel eğitim seviyesi ister. Toplu­mun idaresine herkesin katılması isteniyorsa genel eğitim sistemi iyi olmak zo­rundadır. Bu "halkın aydınlanması" fikrini sofistler yönlendirdi. Siyasî hayata atılım için gerekli olan konulan öğrettiler: Münakaşa (argümentation) ve hitabet (rhetoric) sanatları, yurttaşlık bilgisi, insan doğası bilgisi vb. Fakat tabiat felsefesi, siyasete katılım için bir gerek şart değildi. Sofistler aynı zamanda öğretmen, araştırmacı ve aydındı: Bilgi ve kültürü insanlara; hepsinden önce, aktif siyasette yer alanlara ve hocalarının ücretlerini ödeyebilecek olanlara yayı­yorlardı. Sofistler, epistemolojik ve ahlakî siyasî problemleri araştırarak soruşturmada yerlerini aldılar. Sofistler homojen bir grup değildi. Yine de şunu söyleyebiliriz ki, daha sonra gelen Sofistlerin çoğu epistemolojik sorularda septisizm ("hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyiz") ve ahlakî sorularda görecilik ("ev­rensel bir biçimde geçerli olan ahlak ya da ahlak felsefesi yoktur") yönünde bir eğilim göstermiştir.

Çoğu Sofist, doğru (right) ve adil denilen şeyin aslında sadece keyfi bir ge­lenek ya da yöneticinin insanları kabul etmeye zorladığı şeyden başkası olmadığını iddia etmiştir. Doğru olan hiçbir şey yoktur. Doğru dediğimiz şey iktidar sahibine hizmettir. Kudret, doğruyu belirler. Ya da şöyle söyleyebiliriz; doğru, sadece aciz yığınların kabule mecbur bırakıldığı şeydir. Kimi sofistlere göre ise iyi ahlak dediğimiz şey, insanların hoşlandığı şeylerin gizli ifadesinden başka bir şey değildir. Üstelik farklı insanlar, farklı şeylerden hoşlanacağından; ahlak farklı yollarla tarif edilebilir. Evrensel bir biçimde geçerli olan doğru ahlak diye bir şey yoktur. Sadece farklı egoistik sempatiler ve antipatiler vardır.

Böylesi bir relativizmden dolayı Sofistler, yavaş yavaş halk desteğini yitirmeye başlamışlardır. İnsanlara tartışmayı ve ikna etmeyi öğretmek üzere ücret alıyorlardı. Birçok konuda, farklı müşterilerin farklı ilgileri olduğundan sofist­ler, dava avukatları gibi, farklı nedenlerin yanında ya da karşısında yer almak zorundaydılar. Müşterinin derdi davayı kazanmaktı, doğru yanıta ulaşmak değil. Sofistlerin öğrettiği yetenekler bu amaca uyarlanmalıydı. Sonuç olarak so­fistler çoğu zaman rasyonel münakaşa sanatındansa, tartışma hile ve kurnazlıklarını öğretiyorlardı. Bu yüzden, sanki birbirine çok yakın şeyler arasındaki farkları bulmaya çalışan kaçamak yanıtlar peşindeki biri konumuna inip yozlaşma, yani kelimeye yüklediğimiz hakiki anlamıyla "sofist" olma tehlikeleri vardı.

 
Free Web Hosting