|
STOACILIĞIN ANA KONULARI
Stoacılar genellikle bizim dışsal iyiyi kontrol etme yeteneğimizden, Epikürcülere nispeten daha şüpheliydiler. Dolayısıyla Stoacılar, her bir kişinin kendini dışsal faktörlerden bağımsız hale getirmesini önermişlerdir. Eğer mutluluğumuzu temin etmek istiyorsak; bu kontrol edilemez dış unsurlardan mümkün olduğunca bağımsız olmayı ve kontrol edebildiğimiz kendi iç dünyamızda yaşamayı öğrenmeliyiz. Stoacılar mutluluğun gerçekte hiçbir dışsal etkiye bağımlı olmadığını öne sürmüşlerdir. Platon ve Sokrates ile aynı duruşu alarak kişinin mutluluğu için gerekli tek şartın, onun erdemli bir yaşam sürmesine bağlı olduğunu ve erdemin de bilgiye dayandığını söylemişlerdir. Stoacılar, bu duruşlarını tam bir tutarlılık içinde sürdürmüşlerdir. Erdemle yaşamak insanoğlu için tek iyidir ve erdemli yaşamamak da tek kötü. Mutlu yaşamaya dair soru söz konusu olunca diğer her şey en son tahlilde ya alakasız yahut önemsizdir.
Yaşam, sağlık, refah yahut ölüm, hastalık, acı ve yoksulluk-; bilge ve erdemli insanın mutluluğunu etkileyemez. İnsanların içinde bulundukları dışsal şartlardaki farklılıklar onların mutlu veya mutsuz oluşlarını belirlemez. Yaşamda sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşmamız veya dışsal olarak başarıya, şan, şöhrete ulaşmış olmamız bir şey ifade etmez; tıpkı zengin yahut fakir; efendi yahut köle olmamızın bir şey ifade etmediği gibi. Esas belirleyici olan bilge ve erdemli olmak ve olmamak ile ilgili ayırımdır. İlk grup mutludur, ikincisi değil. Bilgi, erdem ve mutluluk kişinin iç dünyasına bağlıdır ve diğer bütün dışsal şartlardan bağımsızdır.
Bu nasıl bir idrak ve erdemdir ki; kişiyi kaderin bütün hükümlerine karşı umursamaz kılabiliyor? Stoacılar der ki; erdem, akılla yani logos ile uyumlu yaşamaktır. Logos, Herakleitos'un bahsettiği, evreni düzenleyen yasadır. Bu yasayı: Tanrı, ilahî ateş veya kader olarak da isimlendirirler. İnsanlar kendilerini logosa, bırakırlarsa ruhları evren ile uyumlu bir hale gelir. Bir bakıma böylelikle ruh, kainatta hükmeden düzeni ve ahengi yansıtır. En önemli idrak, belki de her şeyin bilgece düzenlendiğini ve olayların gidişine müdahale etmenin ne mümkün ne de istenir olduğunu fark etmektir. Her şey logos, veya Tanrı tarafından idare edilmektedir. İnsanın görevi vuku bulan her şeyi hoşnutlukla kabullenmeyi öğrenmektir. "Başına her ne gelirse gelsin, sanki tam da onun olmasını istemişsin gibi, ona katlanmalısın. Çünkü eğer her şeyin Tanrının iradesine bağlı olarak oluştuğunu bilmiş olsaydın, onun tam da öyle olmasını dilerdin": Bu Romalı Stoacılardan olan Seneca tarafından yazılmıştır. Şu halde, Stoacılar dış dünya bağlamında münzevi bir ahlak sistemini, karakterin içsel gücü içinse eğitimi telkin etmişlerdir. Dolayısıyla kişi, kaderin buyurdukları karşısında Stoacı bir huzur ve sükun, başka bir ifadeyle, soğukkanlı (kayıtsız) bir duruş sergilemelidir.
Mutluluğumuzun temini ve idamesi üzerine böylesi bir Stoacı duruşa şöyle bir itiraz öne sürülebilir: İç dünyaya egemen olmak en az dış dünyanın şartlarını kontrol etmek kadar zordur. Bu itiraz şüphesiz ki kayda değerdir. Fakat aynı zamanda, doğaya hakim olma yetisinin (hastalıklar, kuraklık, vb.) Helen-Roma döneminde görece az olduğunu da unutmamalıyız. Eğer bizim için apandisimizi aldırmak öfkemizi kontrol etmekten çok daha kolay görünüyorsa, antik çağda durum bunun tam tersiydi. Dolayısıyla, Stoacıların insanlara kontrol edilebileni kontrol etmelerini, yani kendi akıllarını kontrol etmelerini önermeleri tümüyle gerçekçi olmayan bir tutum değildi. Toplum içindeki insandan özel bireye uzanan değişim bağlamında; akıl, doğadan ve sosyal dünyadan ayrılarak, içsel bir unsur olarak anlaşılmıştır. Bu bir anlamda Yunanlı değildi: Artık ahlak felsefesi siyasetten ayrılmıştı. Her birey çevreden ve toplumdan bağımsız olarak “kendi”ni eğitmekle yükümlüydü. Burada toplumdan ayrılmış, özel ahlak fikrini buluyoruz. Belki de Epikürcülük hiçbir zaman çok sayıda yandaş bulamamıştı. Fakat diğer yandan Stoacılık, en azından Roma dönemi boyunca, geniş bir taraftar kitlesine ve etkiye sahip olmuştur. Ve Stoacılığın, hem ahlak hem de hukukla ilgili görüşleri ortaçağ felsefesinde de etkili olmuştur. Fakat Stoacılık homojen bir hareket değildir. Yunan Stoacılarından, Romalı Stoacılarına varana kadar, bünyesinde köklü gelişmeler meydana gelmiştir.
KİNİKLER
Kinikler, antikitede Sokratik ekol olarak bilinen ekollerden biridir. Bu isim Sokrates (ve Sofistler) ile Helen-Roma dönemindeki felsefî eğilimler arasında belirli bir ilişkiye işaret eder.
Kiniklerin az miktarda serveti olan insanları temsil ettiği söylenebilir. Kinikler böyle insanları nafile bir isyana teşvik etmek yerine, onları zaten her halükarda sahip olamayacakları nesneler olmadan da tatmin olmayı öğrenmeye teşvik eder. Kinikler kendilerini toplumdan uzaklaştırdılar; basit ve kısmen ilkel bir şekilde yaşadılar insan için doğal bir yaşam şekli diye düşündükleri biçimde- ve Aristo'nun insan doğasına dair anlayışına tamamen zıt bir şekilde-. Tıpkı bir fıçı içinde yaşayıp, doğal olanı övüp, suni olanı yeren, Sinoplu Kinik Diyojen (M.Ö. 404-324 ) gibi. Eğer ehlîleştirilmiş hedonizm, saf bir kaçınma felsefesi ise,5 Hedonist bireyler (Hegesias) kendini geri planda tutmaya dayanan bir ideolojiyi telkin etmişlerdir. Kinikler ise imkânları kıt olan bireylere, yok denecek kadar az şeye sahip olsalar dahi, sahip olduklarıyla yetinmelerini öğretmişlerdir.
GREKO-HELEN STOACILIK
Greko - Helen Stoacılarıyla beraber - Zenon (M.Ö. 326-264), Cleanthes (M.Ö.331-233) ve Chrysippos (M.Ö. 278-204)- bir tür "orta sınıf" vurgusu ile karşılaşırız: Sadece münzevî bir tutumla dünyadan el etek çekişi üzerinde değil, fakat görev ve karakter oluşumu üzerinde de durulmuştur. Bunun yanı sıra Stoacılar herkese hitap eden doğal bir hukukun formülasyonuna başlamışlardır. Stoacılık daha üst sınıfların ideolojisi haline gelme sürecinde gittikçe değişti: Görev ve karakter oluşumuna ve evrensel hukuka dair Stoacı vurgu, Stoacılığı gittikçe bir tür devlet ideolojisine dönüştüren Roma üst sınıfını cezbetti. Aynı zamanda göreve, güçlü ve sorumlu bir karakter yetiştirmeye dayanan, devlet destekçisi bir ahlak sistemi lehine aşağı sınıflara özgü kinizmin, dünyadan vazgeçmeyi öğütleyen unsurları bastırıldı. Başlangıçtaki dünyadan el etek çekme tavrı geriye sadece anlamını yitirmiş bir artık bıraktı: İçsel ve özel ile dışsal ve kamu arasındaki ayrım. Stoacılar, topluma karşı görevlerini kamu önünde yerine getirirken (imparator Marcus Aurelius) aynı zamanda, kendi en derin düşüncelerini özel yaşamlarında yazdılar (filozof Marcus Aurelius).
ROMA STOACILIĞI
Romalı stoacılarla beraber -Cicero (M.Ö. 106-43), Seneca (M.Ö. 4-65), Epiktetos (yaklaşık olarak 50-138) ve Marcus Aurelius (121-180)- ilk zamanlardaki dünyadan münzevîce ve bireysel geri çağır(ıl)ma, yerini, geri çek(il)me ve siyasî görev arasındaki gerilime bıraktı. Romalı Stoacılarda daha önce ortaya koyduğumuz Yunan siyasal kavramlarından bir sapmanın izlerini görebiliriz: Kabaca bu, artık kişinin gurubun organik bir parçası olarak kabul edilmediği, |j ancak evrensel bir hukuk ve idare sistemi altındaki birey olarak ele alındığı anlamına geliyordu. Bütün bireyler prensipte hukuk önünde eşittirler; haklan, işlevleri tarafından değil; fakat her yerde ve her zaman geçerli olan evrensel hukuk tarafından belirlenir. Burada doğal hukuk fikrinin bütünüyle gelişmiş şekliyle karşılaşırız.
Kişinin dünyası nasıl evrenin bir parçası ise, aynı şekilde kişinin aklı da evrensel akim bir parçasıdır. Benzeri şekilde insana özgü yasalar, bütün evrene hükmeden ebedi hukukun veçhelerindendir. Bu nedenledir ki ilkesel anlamda evrensel hukuk ile uyum içinde olan toplumsal yasalar ve uyum içinde olmayanları birbirinden ayırabiliriz. Böylelikle, bizatihi ebedi hukuka uygunlukları nedeniyle geçerli olan yasalar ile evrensel ve doğal hukuka göre geçerli olmadıkları halde, sırf var oldukları için geçerli olduklarını iddia eden yasaları birbirinden ayırabiliriz. Pek çok değişik biçimleriyle, temelini ortak dünya aklından alan insan aklı, varolan ve verilmiş bir şeydir. Bu, doğal hukuk teorisinin önemli bir noktasıdır: Meşru, siyasal yasalar, temelini doğanın evrensel hukukundan alırlar. Yasaların dayandığı temel, bireyler veya gruplar tarafından -tıpkı iktidar sahibi kimselerin neyin hukuk, neyin doğru olduklarına karar verdiklerinde olduğu gibi ("güç doğrudur") yaratılmış bir şey değildir. Geçerli yasalar varlardır. Ve var oldukları için biz onları keşfedebilir, yorumlayabilir ve keşfettiklerimizi bilinir kılabiliriz. Fakat yasaları icat edemeyiz. Böylelikle hukukun temeli insanlığın keyfî isteklerinin üzerine çıkartılmış olur. Aynı zamanda, gerçekte varolan ve kısmen çatışma yaratan hukuki kuralların çeşitliliğini de aşmış olur. Bu durumda hukukun temeli görece değildir. Ve madem bütün bireyler evrensel bir aklı ve ortak hukuku paylaşıyorlar, o halde bütün insanlar temelde birbirlerine benzerler. Doğal hukuk her nerede olursa olsun bütün insanlar için geçerlidir. Doğruya dair Stoacı görüşün temel unsurları ve yapıtları daha sonraki zamanlarda da etkisini sürdüren Cicero da dahil olmak üzere Romalı devlet adamları ve hukukçular tarafından benimsenmiştir. Stoacılar, kendilerini, bazı Sofistlerin evrensel olarak geçerli bir hakikatin veya ahlakın var olmadığını ve yasaların tümüyle görece olduklarına dair iddialarından uzak tutmuşlardır. Aynı zamanda yasaların insanların bireysel arzularını destekledikleri sürece geçerli olabileceklerini öne süren Epikürcü düşüncelere de karşı çıkmışlardır. Relativizme karşı çıkıyor ve evrensel olarak geçerli bir doğrunun varlığını savunuyor olmalarıyla Stoacılar, Platon ve Aristo ile aynı görüştedirler. Fakat hukukun kaynağı ve yasal ilkelerin nasıl doğrulanabileceği konusunda Stoacıların yorumu, Aristo'nunkinden ayrılmaktadır. Aristo'ya göre temel hukukî ilkeler insan toplumuna, birincil olarak da şehir devletine bağlıdır. Burada bu temel ilkeler potansiyel olarak vardırlar ve bir dereceye kadar gerçeklikte de bilgiyi sistematize ederek vardırlar. Çeşitli şehir-devletlerinin yasaları hakkında bilgi toplayıp sistematize ederek toplum için en iyi olan kuralları bulabiliriz. Bu yolla, iyi bir toplumda hangi hukukî normların var olduğunu keşfedebiliriz. Bu normlarla kıyaslayarak, varolan anayasada nelerin kötü olduğunu belirleyebilir ve yeni yasalar oluşturabiliriz. Örnek olarak Aristo'ya göre, devletin serveti daha uyumlu bir biçimde dağıtılmalıdır; insanlar arasındaki derin eşitsizlikler toplumda gerginliğe yol açar. Vatandaşlar arasında belli derecedeki eşitlik, toplumun sağlığı açısından gereklidir. Dolayısıyla, servetin mantıklı bir denge ile dağıtılmasını temin etmek hukukun önemli amaçlarından biridir. Bu demektir ki, Aristo tam bir eşitliği hiç bir şekilde desteklemese de, toplumsal farklılıkların belli oranda eşitlenmesini savunmuştur. Diğer şeylerin yanı sıra, köleliği ve sınıf ayrımlarını kabul etmiş ve demokratları çok basitlikçi olan eşitlik görüşlerinden dolayı eleştirmiştir. Stoacıların hukuk üzerine görüşlerinin çıkış noktası Aristo'daki gibi şehir-devleti ve toplum içindeki insan değildir, fakat çıkış noktaları her bireyde var olan evrensel akıldır: Herkesin içinde "ilahî ateş"ten bir kıvılcım vardır. Akıl için kullanılan bir başka ifade-. Stoacılar için bu, kişinin gerçek doğasıdır, ortak insan doğası. Stoacılar, doğal hukuku bu evrensel akıldan türetmişlerdir. Çiçero'nun ifadesiyle, bu ortak doğa, evrensel akıl ve hukukun kaynağıdır.
İnsanoğlu, Aristo'nun öne sürdüğü gibi öncelikli olarak toplumsal bir varlık değildir; fakat evrensel logostan bir kıvılcım taşıyan bir bireydir. Bu, insanoğluna toplumu keşfetmesine, bir anayasa oluşturmasına ve yasaları yürürlüğe koymasına imkân verir. Adil yasaları oluşturmakta en yetenekli olanlar en bilge olan kişilerdir. Onlarda akıl en saf haliyle mevcuttur. "Kusursuz yasa bilgenin ruhunda bulunur" der, Cicero. Cicero'da varolan ve değişebilir bütün hukuk sistemlerinin üstünde değişmez bir evrensel yasanın varlığını iddia eden, doğal hukuka dair Stoacı görüşün nasıl aynı zamanda varolan yasaların doğrulanması amacıyla kullanılabildiğini görürüz. Bundan dolayı, eski Roma'ya ait "babaların doğruları’nın, bu evrensel yasayı büyük ölçüde ifade ettiğini iddia eder. Dolayısıyla Cicero'ya göre varolan hukuk ve varolan eşitsizlikler doğal hukuk tarafından doğrulanmıştır. O, bu doğal hukuk teorisinde, ilkesel olarak muğlak bir şeye işaret eder: Tıpkı varolan hukuku eleştirmek amacıyla kullanılabildiği gibi aynı şekilde varolan hukuku doğrulamak amacıyla da kullanılabilir. Toplumda hem muhafazakar hem de dönüştürücü bir güç olarak işlev görebilir (Bkz. kilisedevlet ilişkisi)
Fakat Stoacı doğal hukuk, bütün insanlar arasında kökten bir eşitliği iddia etmiyor mu? O zaman nasıl oluyor da aynı zamanda varolan farklılıkları da kabul edebiliyor? Bu sorunun cevabı kısmen Stoacıların eşitliğe dair görüşlerin-deki belirli muğlaklıkta aranmalıdır: Ortak logosa herkes iştirak eder ve bütün insanlar bu anlamda eşittirler; fakat aynı zamanda kişinin zengin veya fakir olması, kral veya köle olması iyi ve mutlu bir yaşam konusuyla temelde alakalı değildir. Dolayısıyla esas amaç, dünyaya onu değiştirmek adına müdahale etmek değildir. Asıl amaç, kaderin bütün hükümlerini kusursuz bir sükunetle karşılamamızdır. Bir başka ifadeyle, esas eşitliğin gerçeklikteki toplumsal farklılıklardan etkilenip etkilenmediği belli değildir; esas eşitliğin maddi ve siyasî alanlarda eşitliğin sağlanmasına gereksinim duyup duymadığı da belli değildir. Devlet adamı kimliğiyle Cicero için, yanıt aynı zamanda reel politik koşullarda bulunabilir: İnsanoğlunun esastaki eşitliğini dikkate almaksızın, varolan toplumlar yalnızca farklılıklar üzerinden işlevlerini yerine getirebilirler. Farklılıklar kaçınılmazdır. Bu nedenle Cicero, anayasanın servetin makul bir dağıtımını temin etmesi gerektiğini düşünmez. Başkalarını, mesela hırsızlık yaparken olduğundaki gibi, incitmememiz, verdiğimiz sözleri tutmamız Cicero'ya göre temel bir ilkedir. Nitekim, mal sahipliğine hürmet edilmesi ve anlaşmalara riayet edilmesi gerektiğini şiddetle vurgular. Cicero'nun, özellikle Yasalar Üzerine, Görevler Üzerine ve Devlet Üzerine adlı yapıtları vasıtası ile Stoacı düşüncenin Roma hukuk düşüncesi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. "Gerçek hukuk, doğa ile uyum içinde olan doğru akıldır; evrensel bir geçerliliği olan, değişmez ve ebedi hukuk; emirleri ile göreve çağıran, yasaklarıyla yanlıştan alıkoyan... Onun (Hukukun) yükümlülüklerinden senato veya insanlar aracılığıyla kurtulamayız... Roma'da veya Atina'da farklı yasalar olmayacak veya şimdi farklı, gelecekte farklı yasalar olmayacak; fakat bütün milletler ve bütün zamanlar için geçerli ebedî ve değişmez tek bir hukuk olacak... Her kim ki yasaya uymaz, o kişi kendinden kaçıyor ve fıtratını inkar ediyordur ve bu tartışmasız gerçeğin sonucunda, genel olarak kabul edildiği şekliyle cezadan kaçabilse dahi, yine de en kötü cezaları bizatihi yaşayacaktır."7
Doğuştan sahip olunan ve ihlal edilemez birey hakları fikri ile ebedî ve evrensel hukuk fikri birbirleriyle bağlantılıdır. Böylesi düşünceler içinde barındırdığı farklı insan grupları ile Roma imparatorluğunun yapısına çok uygundur: Bu fikirler toplumda belli bir miktarda bulunması gereken hoşgörü için realitede her zaman yaşanmasa da en azından idealde- bir zemin sağlamıştır.
Bir bakıma Romalı Stoacılar, Yunanlıların çoğunlukla yoksun oldukları kolektif sorumluluğun evrensel duyusuna sahiptiler. Stoacılar kozmopolit bir dayanışma ve insanlık fikrini savunmuşlardır. Bütün insanların kainata bağlı, ahlakî bir bütüne iştirak ettiklerine dair dinsel bir inançları vardır. Fakat böyle bir kozmopolit beraberlik ideali, Roma imparatorluğundaki içtenlik ve samimiyet eksikliğinin üstesinden gelmeyi, teorik olarak, amaçlayan bir girişim olarak da yorumlanabilir: Tıpkı Beytüllahem ile Roma arasında olduğu gibi; aynı şekilde sıradan insan ve imparator arasında da büyük bir mesafe vardı. Bu uzaklığın üstesinden gelmek için Stoacılar birey ve evren arasında bir uyumun varlığına işaret ettiler. Hem Tanrının içinde hem de insanın içinde yanan, ki böylelikle insanların birlik ve beraberliğini teyit eden ateşten bahsettiler.
Stoacılar aynı zamanda, ardından dünyanın yeni baştan kurulduğu Armagedon'da olduğu gibi, belirli aralıklarla her şeyi yakıp yıkan bir ateşten de bahsederlerdi, fakat yeni dünya, eski dünyada olup biteni tekrar eder. Bu yeni dünya, yeni bir ateş onu yok edene kadar varlığını sürdürür; ve bu işlem kendini yeni dünyalar ve yeni ateşlerle devamlı tekrar eder. Dolayısıyla Stoacıların, dairesel bir dünya tarihi görüşleri vardır.
Dünya ileriye doğru doğrusal olarak -veya yukarıya ve aşağıya doğru- hareket etmez, dairesel olarak hareket eder. Her şey tıpkı dört mevsim gibi kendini tekrar eder. Ateş üzerine ve evren ile bağlantılı bu fikirler, muhtemelen Stoacı yaşam felsefesini doğrulama işlevi görmüşlerdir. Eğer her şey kendini tekrar ediyorsa, dünyayı iyileştirmek mümkün değildir. Sadece yapabildiğimiz en iyi şekliyle varolanı sürdürebiliriz. Birisi imparator, diğeri köledir. Bununla ilgili yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Bize verilen rolü olabildiğince şerefli bir şekilde oynamaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Böylesi devirli bir tarih felsefesi sonuç olarak kaderci ve devrim karşıtı olabilir. Fakat bu ille de gerekli değildir. Ya bu devirli işleyiş, bir noktada isyan etmemizi veya sosyal reformlar yapmamız fikrini de içeriyorsa? Bazı Romalı Stoacılar'da, en azından sosyal reform için duyulan arzunun izlerine rastlanır. Kiniklerin tersine ki onlar basitçe bütün insanların eşit olduğunu fakat bununla ilgili hiçbir şey yapılamayacağını düşünmüşlerdir- bu stoacılar ilkesel olarak herkesin hukuk önünde eşit olduğunu, fakat hakikatte bunun böyle olmadığını düşünmüşlerdir: Eşitlik şu anda var değildir, ama bir nihayettir. İnsanoğlunun yasa yapması ve insancıl siyaset, idealin hiç olmazsa bir dereceye kadar gerçekleştirilebilmesi için kullanılan vasıtalardır.
Doğal hukuktaki ve Roma devletindeki yasaların birbirleriyle açıkça benzer olmamalarında, toplumsal eleştirinin bir kaynağı mevcuttur. Ve sözde evrensel olan ile (imparatorluğun yasaları) idealde evrensel olan (doğal hukuk) arasındaki bu ayrılık daha sonra değineceğimiz gibi imparator ve papa arasındaki ayininin teorik temeli haline geldi. Hukuk ilminin, başlı başına bir disiplin olarak, düşünüş tarzlarının, genellikle Stoacılığa yakın olan Romalı avukatlar tarafından kurulduğu söylenebilir.
Şu ana kadar bahsettiğimiz bütün hareketler, her biri kendince bir biçimde Sokrates’in mirasını sürdürdüğü için bazen Sokratik ekoller olarak isimlendirilirler. Erdemin mutluluk olduğu ve erdemin bir anlamda öğrenilebileceğine dair Sokratik düşünceyi paylaşmışlardır. Yukarıda belirttiğimiz yorum tarzını sürdürür ve bu hareketlerin kişinin mutluluğunun nasıl temin edilip korunabileceği sorusunu yanıtlama girişiminde bulunduklarını söylersek, bu yaşam felsefelerinden hiçbirinin tatmin edici bir yanıta ulaşamadığı sonucuna varabiliriz. Yanıtlarından bazıları maddî serveti öngörmüştür ve görece olarak antikitede çok az kişi zengindi. Ve bütün cevaplar insanların mutsuzluktan her zaman kaçamayacağına dair ortak görüşü yansıtmıştır: En inançlı Stoacı bile, ıstıraplı ve ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüşken, kendini her zaman mutlu hissetmeyi becerememiştir. Bu anlamda bu yaşam felsefesi öğretilerinden hiçbiri kişinin mutluluğunu garanti altına almayı beceremez. Antikitenin sonuna doğru aşağıdaki çıkarım destek görmeye başlar: İnsan tarafından insan için yaratılan yaşam felsefesi öğretileri vaat ettiklerini gerçekleştiremediler. O halde mutluluk nasıl elde edilir ve korunur? Yanıt yakınlardaydı: Doğaüstü yollarla ve din İle. Antikitenin sonuna doğru gittikçe artan bir dinî özlem mevcuttu.
|