ANASAYFA FELSEFE ANTOLOJİ YAZILAR LİNKLER İLETİŞİM
Anasayfa »
Antoloji »
Yazılar »
Linkler »
İletişim »
 
Felsefe » » » »
 
Felsefe Tarihi
Ortaçağ
 
 Felsefe Okumaları
 
  Ortacağ
  Üniversite Geleneği
   


En eski Avrupa üniversiteleri, başlangıç noktalarını Orta Çağ'a kadar götürebilmektedir. Kesin olarak bir üniversitenin ne zaman kurulduğunu söylemek çoğunlukla zordur çünkü kaynaklar sınırlıdır. Ayrıca bunda Orta Çağ'da üniversite kavramının belirgin olmayışı da etkilidir. Mesela, Paris Üniversitesinin, Roma vasıtasıyla Paris'e taşman Platon'un Akademisinin bir devamı olduğu iddia edilmiştir. Elbette tarihsel olarak bu pek mümkün değildir, fakat bunda, yine de, bir gerçeklik payı vardır: 12. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Avrupa üniversitelerinin antik çağın eğitim sistemine kadar inen kökleri vardır. Üniversiteler, özgür bir insanın öğrenmesi zorunlu olan 7 edebi ve beşeri bilim şeklindeki Greco-Romen fikrini benimsemişlerdir. Bu bilimler iki gruba ayrılabilir: Birinci grup, trivium, yahut üç boğumlu yol; gramer, hitabet ve mantığı içerir. Bunlar, antik çağda hatiplerin ve devlet adamlarının bilmesi gerektiği düşünülen disiplinlerdir. İkinci grup, quadrivium, yahut dört boğumlu yol; geometri, aritmetik, astronomi ve müzikten oluşur. Bunlar; hem Platon, hem de Pythagorcuların eğitim sistemlerinde merkezi yer verdikleri disiplinlerdir. Pek çok bakımdan, antik çağın edebi ve beşeri bilimlerinin, yahut artes liberales'in, özellikle de trivium disiplinlerin Orta Çağ üniversite geleneğinin temelini oluş­turduğunu söyleyebiliriz.

Antikite ve Orta Çağ arasındaki bu süreklilik her zaman bu kadar belirgin değildi. 18. ve 19. yüzyılların tarihçileri çoğunlukla, antik çağ kültürünün Orta Çağ'da kaybolduğunu ve Rönesans'a kadar tekrar ortaya çıkmadığını düşünmüşlerdir. Bugünkü manzara daha da karmaşıktır. Orta Çağ'ın; birbirinden gö­rece ve bağımsız olan, fakat antik çağın mirasını kendilerine özgü biçimlerde özümsemiş üç entellektüel kültüre yani Bizans, Latin manastırları ve Arap kültür merkezleri sahip olduğunu biliyoruz. Orta Çağ boyunca, doğuda, Bizans'ta Yunanca'nın konuşulduğu bir eğitim merkezi vardı (İstanbul 1453'e kadar Türklerin hakimiyetine geçmemiştir). Batı Avrupa'da antik çağ ilminin bir kısmı manastırlarda "kış uykusuna dalmıştır". Bir bakıma, Roma İmparatorluğunun çöküşü ardından sadece Hıristiyanlık ve Kilise hayatta kalmıştır. Okuma yazma ilmi sadece kilise kurumlarında muhafaza edilmiştir. 6. yüzyıldan beri manastırlar, edebi çalışma ile kadın ve erkeklerin eğitimi için başlıca kaynak olmuştur. Farklı diller ve farklı insanlardan müteşekkil bölünmüş bir Avrupa'da, Kilise, ortak bir Avrupa kültürünü koruyan birleşmiş ve merkezîleşmiş tek kurumdur.

Bu manastır kültürü, Latince'yi kullanıyordu. Yunanca ise hızla kullanılmaz hale geldi. Böylelikle, Yunan bilimine ve onun metodolojik perspektifine ulaşma yolu kapanmış oldu. Diğer yandan, Arap kültürü antik çağın bilgi birikimini muhafaza etti. En önemli eserler çok erken bir dönemde Arapça'ya çevrildi. 10. yüzyıldan itibaren İslam kültürü ile özellikle Kurtuba ilişki içinde olması vası­tasıyla Latince konuşan Avrupa bu bilimsel literatürle, geniş bir ölçekte, yeni­den tanışmıştır.

Şu halde, Batı Avrupa'da antik çağın bilgi birikiminin bir kısmı manastırlarda korunmuştur. Böylece.Yunan ve Roma'nın hitabet ve mantık kalıntıları yeni bir içeriğin çerçevesi olarak varlığını sürdürmüştür. Keşiş, rahip ve misyoner­ler İncil'i bir ders kitabı olarak kullanarak hitabet çalışmışlardır, edebi ve beşeri bilimler ise entellektüel temel olarak değişmeden kalmıştır. Yine de "karan­lık" çağlar Tourslu Gregory (yaklaşık olarak. 538-594), Muhterem Bede (yaklaşık 673-735) ve Sevilleli Isidore (yaklaşık 560-636) gibi aydın bilginlerden yoksun değildi. Aslında, edebi ve beşeri bilimlerde odak ilk gruptaydı (trivium "trivial" edebiyat). Quadrivium denilen İkinci grup disiplinler Orta Çağ'ın erken dönemlerinde merkezde değildi. Keşişler antik çağın bilimsel çalışmalarının çoğunu uygun bulmazlardı. Ne zamanki Avrupa'daki ilim tedrisatı devletin ve kent kül­türünün gelişmesiyle toplumsal olarak bütünleşti, işte o zaman antik çağın bil­gi birikimi de tekrar uygun kabul edilir oldu. Bunun izlerine Carolingian Röne­sans'ında (yaklaşık olarak 800'lerde) rastlayabiliriz: Şarlman'ın güçlü impara­torluğu verimli bir idari yapıdan yoksundu. Bu yeni bir eğitim sistemi ihtiyacını doğurdu. Sonuç olarak, manastır ve katedral okulları- ki ilk üniversiteler on­lardan yola çıkarak gelişmiştir- kurulmuş oldu.

Pek çok bakımdan üniversite, 12. yüzyıl sonlarında, toplumsal ve entelektüel olarak yeni olan bir icattır. Bu sistemde, universitas kelimesi öğrencilerin öğretmenlerin bir loncası anlamındadır. Universitas teriminin modern anlamda kullanımı ilk olarak 15. yüzyılda yaygın hale geldi. İlk üniversitelerin önemli olan ortak bir özellikleri vardı; hepsi küçük veya büyük bir şehirde ku­rulmuşlardır. Kırsal manastır okulları bu "eğitim patlamasına" ayak uyduramamışlardır. Hiçbir Orta Çağ üniversitesi kırsal alanda kurulmamıştır. Sadece şehirler, büyüyen öğrenci nüfusunu barındırabilecek kapasiteye sahiptir.

İlk üniversiteler zamanında bile uzmanlaşma konusunda bir çaba görürüz. Saterno ve Montpellier'de öğrenciler tıpta uzmanlaşırlardı. Bologna erken dönemlerden beri hukukun merkezi olmuştur. Alplerin kuzeyindeki Chartes'taki Katolik okulu ise artes liberales eğitiminin merkezi olmuştur. 12. yüzyılın sonunda, Paris teolojik çalışmaların önemli bir merkezi olarak ortaya çıktı. Oxford Üniversitesi erken dönemlerden beri bilimsel araştırma özelliğiyle bilinmektedir. Bu eğitim kurumları kısa zamanda uluslararası bir statü kazandı. Bu kurumlar Avrupa'nın her yerinden hekim, hukukçu ve ilahiyatçı olarak yetiştirilmek üzere öğrenci kabul ettiler. Bir anlamda üniversitelerin başarısının temelini topluma sağladıkları yararlar oluşturmuştur. Örnek olarak, hukuk ala­nındaki bir studium generale, uzmanlaşma, toplumsal bir ihtiyacı karşılıyordu. Nitelikli hukukçulara hem devletin hem de Kilisenin acilen ihtiyacı vardı. Ayrıca uzmanlaşma, pek çok öğrencinin eğitimlerini başka üniversitede tamamlaması gereğini doğurdu. Eğer birisi piskopos olmak için Paris'te okumaya başladıysa, o zaman ilahiyatın yanı sıra hukuk ve kilise kanunu hakkında da bilgi edinmesi gerekirdi. Bunun için de bu kişi Bologna'ya gitmek zorundaydı. Sey­yah öğrenciler, yani "serseriler" Orta Çağ toplumunun önemli bir özelliğiydi. Bu öğrencilerin yürüyerek yaptıkları, aylarca hatta yıllarca süren yolculuklarla dolu zor bir yaşamları vardı.

Üniversite, kısa zamanda şehrin manzarasında merkezî bir konum elde et­miştir. 1200'lü yıllarda Paris'in nüfusunun 50,000 civarında olduğu sanılır. Bu rakamın % 10'unu öğrenciler oluştururdu. Bu kadar büyük bir topluluk, hem toplumsal bir rahatsızlık kaynağı, hem de toprak sahipleri ve tüccarlar için önemli bir gelir kaynağıydı. Bundan dolayı, öğrencilerle nüfusun geri kalanı arasındaki ilişki her zaman sürtüşmesiz değildi. Şiddet nadir olan bir şey değildi. Yıllarca süren öğrenci isyanları ve boykotlarından sonra 1231'de Papa'nın bildirisi Parens Scientiarum- Paris Üniversitesinin "Magna Carta"sı-, kesin bir dönüm noktası teşkil etmiştir.

Buna göre, üniversitenin kendi kanunlarını, kurallarını, müfredatını ve stan­dart derecelerini oluşturma hakkı vardır. Aynı zamanda farklı üniversitelerin dip­lomaları eşit kabul edilmiştir, en azından birbirlerine "dönüştürülebilirlerdir.

Son olarak üniversite bir belli bir özerkliğe sahip tüzel bir kurum olarak ta­nınmıştır. Üniversitenin dışarıdan herhangi bir müdahale olmadan eğitimin içeriğine ve biçimine karar verme hakkı vardı. Böylelikle üniversite, gitgide Kilise ve devletten bağımsızlaşarak eğitim özgürlüğü kazandı. Kendine ait ayrıcalıkları ve özerkliği vardı. Böylece üniversite kurumunda önemli bir gelişme meyda­na gelmiştir.

Daha 13. yüzyılda, üniversite dört fakülteye ayrılmıştı: İlahiyat, hukuk, tıp ve artes (bünyesinde 7 edebi ve beşeri bilimin öğretildiği bölüm). İlk üçü, daha "yüksek" fakülteleri oluşturmuştur. Edebi ve beşeri bilimler fakültesi bir hazır­lık ve genel eğitim fakültesiydi. Bütün öğrencilerin öğrenimlerine bu fakültede başlaması gerekiyordu. Diğer fakültelerden birinde eğitim görebilmeleri için bu fakültede birkaç sene kalmaları gerekiyordu. Bu kadar uzun bir hazırlık döne­mi aşırı görünebilir. Fakat hatırlamalıyız ki, Orta Çağ'da öğrencileri 14 veya 15 yaşlarında eğitimlerine başlatıyorlardı. Bundan dolayı şüphesiz bir miktar ge­nel eğitime ihtiyaçları vardı.

Orta Çağ üniversitesinin o zamandan fakültelere bölünmüş olması onun bünyesinde matematik ve bilimsel disiplinlere yer ayırmanın ne kadar zor olduğunu göstermektedir. Aslında quadrivium disiplinlerine yer bulmakta zorla­nılmış gibi görünmektedir. 13. yüzyılda çok az sayıda eğitim dersi matematik, geometri ve astronomi gibi disiplinleri göstermiştir. Fakat, yine de belirtmeli­yiz ki; 13. yüzyılda pek çok üniversite bünyesinde, ders verme zorunluluğu ol­maksızın bilimlerle uğraşan alimleri barındırmıştır. Oxford ve Paris'te, Robert Grosseteste (1175-1253) ve Roger Bacon (1215-1294) optik alanında büyük iler­leme kat etmişlerdir. 14. yüzyılda, matematik, örnek verirsek, Merton Kolejin­de (Oxford) merkezi bir konum elde etmiştir. Matematikte benzeri bir Röne­sans Paris'te, 14. yüzyılın ortalarına doğru Nicholas Oresme (yaklaşık olarak 1320-1382) liderliğinde gerçekleşmiştir.

Orta Çağ üniversitesinin önemli özelliklerinden biride formel tartışmadır. Burada herkes birbirinin mantık araçlarını keskinleştirir ve iyi iddiaları takdir etmeyi öğrenirdi. Böylesi tartışma ve münazaralar genellikle Peter Abelard'ın (1079-1142) mantıksal muhakeme biçiminden, Sic et Non'dan ilham alırdı. Ders­lerin (lectio) yanı sıra, münazaralar (disputatio) Orta Çağ eğitim sisteminin ve pedagoji ilminin önemli bir unsurunu oluşturuyordu (günümüzde bile, doktora adayının uzun ve zorlu bir münazaradan geçmesi gerekmektedir). Münazara alıştırmaları oldukça yaratıcı olabiliyordu: "İki başlı doğan bir yaratık, tek bir kişi olarak mı yoksa iki kişi olarak mı vaftiz edilmelidir?"

Orta Çağ üniversitesindeki çalışmalar aslında metinsel çalışma üzerineydi. Mesela, tıp eğitimi aslında Yunan, Latin ve Arap otoritelerinin metinsel incele­mesine dayanmaktaydı. Elimizde, Bologna üniversitesinin dört yıllık tıp eğitimi programının ders dökümü bulunmaktadır. Buna göre, her gün için dört ders vardı. İlk sene Arap filozofu Avicenna (îbn-i Sina) ve O'nun tıp hakkındaki ders kitabına; ikinci ve üçüncü seneler Galen, Hippocrates, ve Averroes (İbn-i Rüşd)’e ayrılmıştır. Dördüncü sene ise büyük ölçüde müfredatın tekrar edilmesinde kullanılmıştır. İnsan üzerinde otopsi ilk defa Bologna'da 1300'lerde yapıl­mıştır. 1396'da Fransa Kralı Montpellier'deki üniversiteye cesetleri parçalama İzni vermiştir. Montpellier'de tıp eğitimi alan öğrenciler aynı zamanda ameli­yatları gözlemek ve uygulamak amacıyla bir hastaneye de gitmek zorundaydı­lar. Kişisel gözlemin önemli olduğu söyleniyordu çünkü ameliyat evvela cüret edebilmekle ilgili bir şeydi. Bir keresinde, Magister kafatasında cerrahi işlem yaparken, beynin titreyişini gören bir öğrenci bayılıyor. Magister’in yorumu yeni tıp öğrencilerine ilginç gelebilir: "Benim tavsiyem şudur ki, kişi bizatihi bir ameliyatı yapılırken görmeden, ameliyat yapmaya girişmemelidir."

Orta Çağ üniversitesi öğrenci demokrasisinden yoksun değildi. Pek çok yerde öğrenciler günümüzde olduğundan daha çok güç ve etkiye sahipti. Mesela, Bologna'da rektörleri ve profesörleri seçen ve görevden alan öğrenci loncaları yardı. Öğrenciler; eğer öğretmen derse çok geç başlamışsa, ders konusuna bağlı kalmamışsa veya metindeki zor pasajları atlamışsa onu para cezasına çarptırabiliyorlardı. Eğer öğrenciler bir öğretmeni boykot etmişlerse o öğretmen iş­siz kalırdı. Bu üniversitedeki öğrencilerin güçlü konumlarının nedeni; zengin ai­lelere mensup olmaları ve öğretmenlerin maaşlarını ödüyor olmaları gerçeğine dayanmaktaydı. Bologna şehri öğretmenlerin maaşlarını ödemeye ilk defa 1350'lerde başlamıştır.

Orta Çağ'daki bu üniversite geleneği, erkekler tarafından oluşturulmuş bir gelenekti. Manastırlarda ve hastanelerde merkezî bir konumda olmalarına rağmen kadınların Orta Çağ toplumunun entellektüel yaşamına katkıları hakkında çok az şey biliyoruz. Yakın dönemdeki araştırmalar, Orta Çağ boyunca birkaç kadının felsefe ve ilahiyatta öne çıktığını göstermiştir. Burada sıklıkla "gizli bir kadın geleneği"nden bahsedeceğiz. Bunlardan belki de en iyi biline­ni Bingen (Almanya) yakınlarında bir manastır kurmuş olan Bingenli Hildegard'tır (1098-1179). Scivias da ("Tanrının Yollarını Bilmek") dahil olmak üzere çeşitli kitaplar yazmıştır. Tanrı kavramının kadınlaştırılmasını başlatmıştır. Benzer şekilde, Norveçli Julian da (d. yaklaşık 1340) Tanrıdan "Annemiz" ola­rak bahsetmiştir.

Orta Çağ üniversitesindeki entelektüel tartışmanın büyük kısmı nominalizm ve realizm ile ilgiliydi. 14. yüzyıl boyunca, nominalizm üniversite içinde güçlü bir konum elde etmiştir. Ve onun yükselişini önlemeye yönelik çeşitli çabalar başarıya ulaşamamıştır. Felsefede nominalizm, "modern yol", geleneksel realizm ise "eski yol" haline gelmiştir. Modern yol; teolojik olarak Luther'e doğru felsefî olarak da İngiliz emprisizmine doğru işaret etmiştir.

 

 
Free Web Hosting